Yaygın Anksiyete (Kaygı) Bozukluğu

“Çok kaygılıyım, endişeliyim, nedenini bilmediğim bir korku duyuyorum, devamlı kötü bir şey olacakmış hissiyle yaşıyorum” gibi cümleler size çok tanıdıksa, gün içinde bu cümlelerin sıklıkla aklınızdan geçtiğini fark ediyorsanız ve ben ne yaşıyorum, ne yapmalıyım diyorsanız bu yazı belki size soru işaretlerinizi gidermede bir nebze yardımcı olabilir.

Gün içinde zaman zaman bir sunum, sınav ya da ilişkilerde yaşanılanlar karşısında kaygı duymak yaşamın olağan bir parçasıdır. Gün içinde karşılaştığımız sorunlarla baş edebilmemize yardımcı olur. Bu açıdan bakıldığında kaygı duymak insanların verdiği sağlıklı bir tepki olarak ele alınabilir. Ancak kişi, sürekli ve duruma uygun olmayan bir endişe halindeyse ve günlük yaşamını olumsuz etkileyerek karşılaşılan sorunlarla baş edebilmeyi de engelliyorsa sağlıksız olan bir durumdan yani yaygın anksiyete bozukluğundan bahsetmek mümkündür. Kaygı bozukluğunun belirtileri arasında gerginlik ve huzursuzluk hali, sürekli panik halinde olma, titreme, kalp atışlarının hızlanması, hızlı nefes alıp verme, kaygı hissetmemize neden olan durumdan veya olaydan başka bir şeye odaklanamama yer almaktadır. Kişinin gündelik yaşamda sürekli endişe duyar ve “her an kötü bir şey olacakmış ve ben bununla baş edemeyeceğim” gibi düşüncelere sahiptir. Kişi aşırı endişelendiği zaman gündelik yaşamı olumsuz etkilenir ve yaşamındaki olan etkinlikleri sürdürmekte zorluk yaşar. Genellikle bu kişiler her şeyin kendi kontrolleri dışında olduğunu düşünürler. Onlar için iyi bir olasılık söz konusu değildir.

Yaygın anksiyete bozukluğunun tedavisinde kişinin sahip olduğu işlevsiz düşünceleri değiştirmek için Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), kişinin yaşadığı kaygının kaynağını ve tetikleyicilerini tespit edip kaygı duymasına yol açan eski olumsuz yaşantıların devam eden rahatsız edici etkilerine duyarsızlaştırmak için EMDR terapisi kullanılabilmektedir.

Yaygın anksiyete bozukluğu, kaygı bozuklukları ve kaygı bozuklukları ile baş etme yolları konusunda desteğe ihtiyaç duyuyorsanız İzmir’de tavsiye edilen psikologlardan oluşan ekibimizden yüz yüze ve online terapi ile destek alabilirsiniz.

Helikopter Ebeveynlik

Hani filmlerde izleriz; Bir aranan kişinin ardından hedefe yönelmiş bir helikopter. Aranan nereye giderse takip eder, kişi koşar, kaçar ama helikopter hep takiptedir. En sonunda helikopterin giremeyeceği bir yer bulur, saklanır ve derin bir nefes alır. Tam da bu anlatıma uygun, günümüzde modern ebeveynliğin getirisi olarak, 1969 yılında Haim Ginott tarafından yazılan “Anne-Baba Çocuk Arasında” adlı kitabında geçen ve genç bir danışanı tarafından kullanılan metafor, helikopter ebeveynlik. Çocuk öyle bunalmış ve sıkılmış ki “Annem helikopter gibi sürekli başımda dönüyor” diyor. Bu benzetimden sonra 1990 yılında Cline ve Fay’in, “Parenting with Love and Logic: Teaching Children Responsibility” kitabında yer alarak uzmanlar ve araştırmacılar tarafından da kullanılmaya başlanıyor.

Gelin bu tanımı biraz daha detaylı inceleyelim.

*

Ailelerin her zaman için çocukları ile ilgili endişeleri vardır. Öyle ki, bir yoruma göre bu kaygılar onların ebeveynlik tanımlarının bir parçası haline gelmiştir. Bugün eskiye göre çok daha farklı endişeler taşımaktadırlar. Dolayısıyla çok sık karşılaşıyoruz helikopter ebeveynlerle. Parkta çocuk oynarken peşinden düşmesin diye dolaşan, her küçük düşüşü önlemek için çocuğun poposundan destekleyen ve yaşına uygun risk almasını önleyen birisi. Dahası çocuğun yalnız oynamasına izin vermeme, okul öncesi öğretmeninden sürekli rapor isteme, çocuğun kendi yapabileceği her şeye (ayakkabı, mont giyme vb.) dahil olma gibi davranışlarla da oluyor. Biraz büyüdüğünde, ilkokula geldiğinde arkadaşlarını seçme, çocuğun ev ödevlerini yapma, problemini kendi başına çözmesine izin vermeden müdahale etme; ergenlik yıllarında yaşına uygun seçimler yapmasına izin vermeme, başarısızlıktan ve hayal kırıklığından korumak için akademik ya da ders dışı faaliyetlerine aşırı derecede dahil olma, arkadaşlarıyla anlaşmazlıklarda müdahale etme şeklinde oluyor. Evet, tüm bunları yapanlara literatürde artık helikopter ebeveynler deniyor. Akademik bir tanım yaparsak da şu şekilde; helkopter ebeveynlik, ebeveynlerin korumacı davranışları, çocukların hayatına müdahil olma istekleri ve çocuklarının akademik tercihlerini onlar adına yapmalarıdır. (Hershatter ve Epstein, 2010; Kwon, Yoo ve E.Bingham, 2015).

*

Helikopter ebeveynliğin birçok nedeni var. Bunu bir kenara bırakırsak, gelin helikopter ebeveynliğin etkilerine bakalım.

Tahmin edilebileceği gibi en önemli etkisi, çocukların özgüven gelişiminde engebe oluşturması. Çünkü; kendisi yerine bir başkasının sürekli olarak işlerinin sorumluluğunu alması çocuklarda “Bunu ben yapamam” düşüncesinin gelişmesine neden oluyor. Ülkemizde yapılan bir çalışmada (Yaşin, 2018), helikopter ebeveyn sahibi Y kuşağının kendini başarılı bulmadığı, kendini gerçekleştirme yönünde hedefler koyamadığı, iş yaşamından ve genel anlamıyla yaşamlarından tatmin olmadığı bulundu. Yine bu tarzın üniversite öğrencileri üzerindeki etkisini değerlendiren bir çalışmada (Ulutaş, 2014), helikopter ebeveynler tarafından yetiştirilen öğrencilerin anksiyete ve depresyon için ilaç alma olasılığının daha yüksek olduğu görüldü. Kısaca çocuklar, başarısızlık veya hayal kırıklığı ile baş başa kalıp nasıl başa çıkacağını öğrenmedikleri için çatışma çözme becerilerinden yoksun olabiliyorlar. Dahası, bazı çocuklar, ebeveynlerinin yaşamları üzerinde çok fazla kontrole sahip olmaya çalıştıklarını hissettiklerinde düşmanca davranıyorlar.

*

Helikopter ebeveynlikten nasıl kurtulabiliriz?

Çocuklar için kaygıları bir kenara bırakmak oldukça zor. Ancak kaygıyla yaptığınız müdahaleci davranışları kontrol edebilirsiniz. Çocuğunuza, sorunlarını onlar adına çözmeden de her zaman orada olduğunuzu gösterebilirsiniz. Düşünelim, çocuğunuzun en ufak problemde size güvenmesini mi yoksa yaşam becerileri geliştirmesini mi istersiniz?

Kendi yaşına uygun kararlar almasına müsaade etmelisiniz. Sorumluluğu ya da kararı ona bıraktığınızda önemli olan, karar vermek için mücadele etmelerine ve kararın sonuçlarına katlanmalarına izin vermektir. Yanlış bir seçim veya ufak tefek hatalar yaptıklarında müdahale etme, düzeltmeye çalışma ya da onlar için yeni çözümler üretme konusunda acele etmemelisiniz. Kendi seçimlerinde başarısız olabilirler, hayal kırıklığıyla başa çıkmayı öğrenmek için kendi deneyimleri eşsiz bir fırsattır.

 

Uzm.Psk.Dan. Doğangün AYYILDIZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKLAR

 

Cline, F., ve Fay, J. (1990). Parenting with love and logic: Teaching children responsibility. NavPress Publishing Group.

Ginott, H. (1969). Anne, Baba ve Çocuk Arasında, Okuyan Us Yayınları, İsanbul.

Hershatter, A., ve Epstein, M. (2010). Millennials and the world of work: An organization and management perspective. Journal of business and psychology25(2), 211-223.

Kwon, K. A., Yoo, G., ve Bingham, G. E. (2015). Helicopter parenting in emerging adulthood: Support or barrier for Korean college students’ psychological adjustment?. Journal of Child and Family Studies25(1), 136-145.x

Ulutas, I. (2014). The impact of helicopter parenting on the social connectedness and anxiety level of university students. In International Academic Conference on Social Sciences and Humanities.

Yaşin, Ç. (2018). Helikopter Ebeveyn Sahibi Y Kuşağının, İş ve Yaşam Tatmini Üzerine Sosyolojik Bir Analiz (Master’s thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü).

https://www.healthline.com/health/parenting/helicopter-parenting#benefits

Çocuklar Duymasın (Mı?)

Ebeveynlerin her “kötü” duygu, durum, olaydan çocuklarını koruma istekleri gibi zaman zaman çocuklarını “kendilerinden” koruma istekleri oluyor. Özellikle kritik yaşam olaylarında örneğin, iş stresi, boşanma, ailede bulunan bir hastalık, kazalar, ölümler, ayrılık gibi zorluklar deneyimlenirken. Bir anne şöyle diyor:

“Eşimle çocuğum olmadan o kadar çok şiddetli kavga ederdik ki çoğunda ne söylediğimi bile hatırlamazdım. Ona çok öfkelenirdim. Çocuğum okuldan geldiğinde hiçbir şey anlamasın diye yatak odasına gidip yastığı ısırarak ağlardım. Sakinleşince çocuğumla oyunlar oynar, mutlu olması için elimden geleni yapardım.”

Bu satırları okuduğunuzda birçok yönden destekleyebilirsiniz. Ne kadar fedakâr bir ebeveyn olduğunu, çocuğunu mutlu ettiğini düşünebilirsiniz. Yaşamınızdaki tüm stresleri çocuklardan “saklayabileceğinize” inanabilirsiniz. Gerçekte ise durum biraz karışıktır.

Öncelikle duygular bulaşıcıdır. Üstelik duyguları sadece davranışlarımızda yaşamayız. Örneğin, sadece ağladığımızda üzgün olduğumuz anlamına gelmez. Bazen uzun uzun uzaklara dalarız, belki ellerimiz uyuşur, belki aklımız karışık, bedenimiz donmuştur. Belki daha önceden bizi öfkelendirmeyen durumlarda ses tonumuz yükselmeye başlar. Belki bu duygudan kurtulmak için saatlerce bir yakınımızla telefon görüşmesi yaparız. Her şeyden önemlisi ise oyun oynarken “o anda” olmayız. Aklımız ya geçmişte ya gelecekte olur. Tüm bunları bedenimizle karşıya iletiriz. Çünkü yardım gereklidir. Beyin, beden, duygular, düşünceler “Yardım!” diye seslenir.

O halde bir ebeveyn tüm bunları deneyimlerken, çocuk bunları gerçekte “duymaz” mı?

Şöyle düşünelim;

Daha önce hiçbir bilginizin olmadığı bir yerli kabileye kalıcı olarak taşındığınızı düşünün. Oraya gittiniz, size sıcak çorba verdiler. Yumuşacık yatak ayarladılar. Dillerini bilmediğiniz için herhangi bir ihtiyacınızda bir alarm veren bir düğmeye basıyorsunuz ve onlar da neye ihtiyacınızın olduğunu deneye yanıla bulmaya çalışıyorlar. Eğer bulamazlarsa öfkelenip daha da düğmeye basıyorsunuz. Onlar da sizi mutlu etmek için türlü türlü şeyler yapıyorlar. Sizinle keyifli vakit geçiriyorlar. Gerçekten size değer verdiklerini biliyorsunuz, rahatlıyorsunuz ve rutine dönüyorsunuz. Günler böyle geçerken, kabile üyelerinde farklılıklar görüyorsunuz. Birbirleriyle neredeyse hiç konuşmuyorlar. Konuştuklarında da çok kısa ve sert bir ses tonu var. “Acaba bu yeni bir iletişim şekli mi?” “Geçici bir şey mi?” diye düşünüyorsunuz.

Sonra kabile üyelerinden biri artık sizinle eskisi kadar ilgilenmemeye, birlikte geçirdiğiniz vakitlerde keyif almamaya başlıyor. “Acaba bir şey mi yaptım?”, “Düğmeye fazla mı bastım, yoksa az mı bastım?” diye düşünüyorsunuz. Bu durum hoşunuza gitmiyor ama kafanız karışık. Daha önce düğmeye basmayı öğrendiniz. O zaman düğmeye basıyorsunuz. Belki sessizleşmeyi öğrendiniz. O zaman sessizleşiyorsunuz. Belki de donakalıyorsunuz. Zaman geçirdikçe dillerini çat pat öğrenmişsiniz ama tam hâkim değilsiniz. Sanki bir şeyler dönüyor, belki dünyanın sonu geldi, belki artık onları göremeyeceksiniz. “Peki ya ben ne olacağım?” diye düşünüyorsunuz. Size bakmaları için basıyorsunuz düğmeye. “Heey! Buradayım. Biri bana da baksın!”

Günler bir öyle bir böyle geçiyor. Kafanız iyice karışıyor. Yavaş yavaş kabileye olan güveniniz azalmaya ve bu durum sizi rahatsız etmeye başlıyor. Bir kabile üyesi, her şeyin gayet normal olduğunu, kendisinin çok mutlu olduğunu, her şeyin çok olağan ilerlediğini söylüyor size. Ama gözleri eskisi kadar keyifli değil, sık sık uzaklara dalıyor. Dudakları gülmüyor. Önceden tam olarak size bakan bedeni artık başka tarafa, daha meşgul bir yere doğru dönük. Hatta ses tonu bile eskisi gibi değil. Buna hiç alışık değilsiniz! Neler oluyor? Huzursuzlanıyorsunuz, keyfiniz hatta iştahınız kaçıyor. Sadece düğmeye basmayı biliyorsunuz ve basıyorsunuz düğmeye!

Elbette, biraz dramatik bir anlatım oldu. Ancak, anlatılmak istenen mesaj şu; çocuklara bir şeyler söylemezken de yine bir şeyler anlatırız. Gerek bedenimizle, duygularımızla, davranışlarımızla… Çocukların tüm bunları keşfetmeye dönük çok güçlü alıcıları vardır. Ne yapıp ne yapamayacaklarına dair bizden aldıkları sinyalleri keşfetmeye, öğrenmeye programlı gibidir. O nedenle, bir şeyleri “saklamaya çalışmak” beyhude bir çabadır.

Pekâlâ, buraya kadar her şeyi mükemmel anladık. O halde biz ne yapalım? Bu kısmı ise sık yaşanan üç duruma göre açıklayayım.

-Eşimle kavga ettik, ama ben çocuğuma bu durumu aktarmıyorum. Mutlu olduğumu bir problem olmadığını söylüyorum. Yine de etkilenir mi?

Evet. Bir önceki bölümü lütfen okuyunuz 😊

-Eşimle kavga ettik. Çocuğum yüksek sesli çatışmayı duymadı. Yine de ayrıntılarıyla anlatalım mı?

Hayır. Çocukların bunları bilmeye, bu sorumluluğu paylaşmaya ve bu yükü taşımaya ihtiyaçları yok. Sizdeki değişikliğin ne olduğuna, ne zaman biteceğine dair kısa ve net bir açıklama yeterli. Örneğin, “Bugün biraz üzgünüm. Kendime sıcak bir çikolata yapacağım. Bana iyi gelecektir. Bazen yetişkinler (yaşına göre büyükler de diyebilirsiniz) de üzülebiliyor ve sonra geçiyor, bu durum gayet doğal. Bu, seninle ilgili bir konu değil.”

-Eşimle kavga ettik. Çocuğum odasından sesleri duydu. Ne yapmalıyım?

Öncelikle sakinleşmelisiniz. Eğer bu durumu açıklayabilecek kadar sakin olduğunuza inanmıyorsanız, başka bir zamana ertelemelisiniz. Sakinleştiğinizde yukarıdaki açıklamaya benzer, ancak yanlışları da vurgulayarak açıklama yapabilirsiniz. “Annenle/babanla dün gece bir anlaşmazlık yaşadık. O nedenle ikimiz de üzgünüz. Bazen eşler aralarında anlaşmazlık yaşayabiliyor. Biz birbirimize sesimizi yükselttiğimiz için çok pişman olduk. Bunun tartışmamızı çözmediğini anladık ve bir daha yapmamaya karar verdik (eğer öyleyse). Bu konuyu sakinleştiğimizde tekrar konuşarak çözmeyi planlıyoruz. Bu, seninle ilgili bir konu değil.”

Uzm.Psk.Dan. Doğangün AYYILDIZ

DİJİTAL OYUNLARLA BAŞIM DERTTE

Pek çok ailenin içine sinmeyerek izin verdiği, bazı ailelerin çocuklarını mutlu etmek için bir yöntem olarak kullandığı, “baş belası” dijital oyunlar…

Dijital dünyayla tanışmamız çok değil daha yeni olduğundan ve ortada bir hayli de bilgi kirliliği olduğu için bu konuda kafa karışıklığı yaşanması çok doğal. Bu nedenle bilimsel verilerden yararlanarak ülkemizde yapılan araştırmaları olabildiğince kısa şekilde derledim. Bakalım nedir dijital oyun ve oyun bağımlılığı…

Öncelikle kafa karışıklığı yaşatmaması açısından “ekran süresi” kavramını açıklamakta fayda var. Ekran süresi; telefon, tablet, bilgisayar, Xbox, Playstation gibi teknolojik aletler başında geçirilen zamanı bize anlatır.

Dijital oyunlar ise ekran başında geçirilen bu zamanın büyük bir kısmını oluşturmaktadır. TÜİK verilerine göre 6-15 yaş arası çocuklar, interneti ilk sırada %84,8 ile ödev veya öğrenme amacıyla, ikinci sırada %79,5 ile oyun oynama amacıyla kullanmaktadır (TÜİK, 2018).

Dijital oyunların bir diğer özelliği ise kişilerin beyinlerinde ödül merkezini (sağ nükleus akumbens, bilateral orbitofrontal korteks, sağ amigdala) çalıştırması (Irmak ve Erdoğan, 2016). Aynı zamanda oyun bağımlılığı ve madde bağımlılığının beyin ve davranış temelli araştırmalarda benzer özellikler gösterdiği tespit edilmiştir (Kuss ve Griffiths 2012a). Bağlantılı şekilde; dijital oyun oynayan bir kişi zamanın nasıl geçtiğini anlamakta ve zamanı yönetmekte zorluk çekmektedir. Çünkü “hiper dikkat” dediğimiz durum devreye girerek ödül mekanizmasıyla birlikte oyun oynama davranışından kopmayı zorlaştırmaktadır (Kilbey, 2019). Dolayısıyla oyun bağımlılığı riski artmaktadır.

 

Gelelim ülkemizdeki tabloya. Ülkemizde, teknolojik alet kullanma ortalama yaşı 8’e inmiş durumda (TÜİK, 2018). Bazı kaynaklarda teknolojik alet kullanmaya başlama yaşı 4,5 yaş (Mustafaoğlu ve Yasacı, 2018), bazı kaynaklarda ise ergenlerde bağımlılık oranı %28.8 (Irmak, 2010). Ülkemizde ekrana maruz kalma ortalama süresine dair bir araştırma yok ancak dünyada yapılan çalışmalara baktığımızda bu sürenin 6.5 saat olduğu belirtilmiş, İngiltere’de yapılan bir çalışmada çocukların 7 yaşına geldiğinde hayatının bir yılını 24 saat ekrana bakarak geçirmiş olduğu sonucuna varılmıştır (Kilbey, 2019). Bu sayılar bize teknoloji dünyasına daha bilinçli şekilde yaklaşmamızın gerekliliğini hatırlatıyor. “Bilinçli”den kastım ise şu; dijital dünyayı tamamen hayatımızdan silemeyeceğimizi ve doğru kullanıldığında çok yararlı olabileceğini kabul ederek, sanal dünyada dolaşmanın ne demek olduğu, tüm internet izlerinin yok edilemeyeceği gibi konularda çocuğumuzu bilgilendirmek. Dijital oyunları yetişkin kontrolünde oynamasını sağlamak, oynadığı oyunları kendi yaş grubuna göre seçmek ve ekran süresi konusunda sınırlama getirmek.

Dijital oyunlar, sosyalleşme, hızlı düşünme, işbirliği, paylaşma, başarı duygusu gibi alanlarda fayda sağlaması açısından olumlu özellikler barındabiliyor. Bu olumlu özellikleri ancak dijital oyunların sınırlı kullanıldığı koşullarda görmek mümkün. Aksi takdirde paradoksal olarak yalnızlaşma, depresyon, başarısızlık duygusu, fiziksel rahatsızlıklar, akademik başarısızlık, duygu düzenlemede güçlük gibi pek çok zararlı etkileri de beraberinde getiriyor (Mustafaoğlu ve ark., 2018). Ne var ki ailelerin de %71,6’sı dijital oyunların çocuklarının sağlına zararlı olabileceğinin farkında. Ailelerin %51.2’si bu zararlı etkilere karşı çocuklarının oyun oynamalarına kural koyduğunu, bir yarısı ödevini bitirdikten sonra diğer yarısı ise sadece haftasonları kullanabildiğini belirtmiş (Çakır, 2013). Bu, bir bakıma iyi bir haber ancak, aynı ailelerin %53,5’i ise bilgisayar oyunlarının çocuğun ders çalışmasının önüne geçtiği konusunda hem fikir.

 

 

Buradan, kabaca şu yorumu yapabiliriz: ödevini bitirdiğinde ya da bütün hafta oynamadığında “ödül olarak” dijital oyun verildiği zaman çocuklar, ders çalışmaya motive olamıyorlar. Tabii ki bireysel farklılıkların göz önünde bulundurulması gerekiyor; yani her çocuk için geçerli değil. Ancak ödül olarak dijital oyunların kullanılmasının, daha çok “bağımlı”ya yol açacağı tahmin edilebilir bir durum. Aynı şekilde yemek sırasında bir şeyler izlemek ya da oynamak da beyindeki “ödül” mekanizmasını çok fazla çalıştıracağı için (hem yemek yemenin verdiği hem de oynamanın getirdiği haz) daha çok oyun oynama davranışında artışa sebep olabileceğini düşünebiliriz.

Peki, bu konuda neler yapabiliriz?

Dijital dünyayı tamamen hayatımızdan kaldıramayacağımızı kabullenmekle başlayabiliriz. Çünkü biz, dijital dünyaya karşı değiliz, dijital dünyanın zararlı etkilerine karşı hareket etmeliyiz. Bu konuda çocuğunuzla açık ve şeffaf şekilde somut adımlarla ilerleyeceğiniz sohbetler edebilirsiniz.

Dijital oyunların çok fazla oynanması konusunda bir “bağımlılıktan” söz edebileceğimiz gibi akademik başarısızlık, depresyon, dürtü kontrolü, akademik benlik gibi konuların da oyun oynamaya etkileri hakkında sizlerle bilgi paylaşımında bulunmamız gerekebilir. Çünkü her ne kadar olumsuz etkilerin bağımlılık sonucunda ortaya çıktığı kanıtlansa da bu etkiler, aslında oyun bağımlılığının sebebi olduğu şeklinde de yorumlanabilir. Dolayısıyla çocuğun neden oyun oynamayı seçtiği, özellikle hangi oyun türünü ısrarla oynadığı, genellikle hangi saatlerde oynamayı tercih ettiği, tetikleyicilerinin neler olduğu gibi sorulara yanıt aramakta fayda vardır.

Sağlık bakanlığının verilerine göre tablodaki dakika ve saatler rehberliğinde, karşılıklı endişelerinizi dile getirerek anlaşmalar yapabilirsiniz. Burada tabii ki sınır koyma becerisi devreye giriyor. Bu anlaşmaların tek bir tarafın kazandığı/kabul ettiği değil, her iki tarafın ortaklaşa karar verdiği anlaşmalar olmasının önemli olduğunu hatırlatmak isterim.

 

 

 

 

 

 

 

Küçük çocuklarda saat resmi üzerinde renkli kalemlerle oyun saati, yemek saati gibi planlamalar yapan, saati okuyabilen çocuklarda ise bir liste şeklinde anlaşmalar yaparak sınırlamalar getiren ebeveynler mevcut ve bir çoğu başarılı şekilde yönetebiliyor. Bunun işe yaramadığını söyleyen ebeveynler ise tam anlamıyla bir bağımlılık sürecinden bahsediyor ve bu durumda ciddi anlamda uzman yardımı gerekiyor. Özellikle latensi dönem dediğimiz, risk grubu, 4-10 yaş arası çocukların oyun oynamayı kontrol etmede, oyunların süresine ve uygunluğuna karar vermede yoğun bir desteğe ihtiyacı bulunmakta. Diğer yandan çocuğun gerçeklik duygusunun yedi yaşında geliştiği düşünüldüğünde yedi yaşından küçük bir çocuğun gerçekle hayal arasındaki sınırı çizemediği görülmektedir (Çakır, 2013). Bu konuda çocuklara rehber ve rol model olunması oldukça önemli.

Son olarak aile içi etkileşim, iletişimin kalitesi ve çocuğun duygusal zekası yükseldiğinde, birlikte yapılan aktiviteler arttığında, etkili bir ebeveynlik yapıldığında risklerin azaldığı da bir gerçek. Bu konuda okumalar yapabilir, varsa çocuğun okulundan destek alabilir ya da bir uzmana danışabilirsiniz.

 

Doğangün Ayyıldız

Psikolojik Danışman

 

KAYNAKLAR

American Academy of Pediatrics. (2013). Children, adolescents, and the media. Pediatrics, 132(5), 958–961.

Çakır, H. (2013). Bilgisayar Oyunlarına İlişkin Ailelerin Yaklaşımı Ve Öğrenci Üzerindeki Etkilerin Belirlenmesi. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 9(2), 138-150.

Irmak, A.Y. (2014). Ortaöğretim öğrencilerinin dijital oyun oynama davranışlarının sağlık davranışı etkileşim modeline göre incelenmesi. Yayınlanmamış doktora tezi. İstanbul Üniversitesi.

Kaya, A. B. (2013). Çevrimiçi Oyun Bağımlılığı Ölçeğinin Geliştirilmesi: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması. Tokat: Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.

Kilbey, E. (2019). Çocuğunuz Dijital Dünyanın Esiri Olmasın. Paloma Yayınları, (1. Baskı), Ankara

Kuss, D.J. ve Griffiths, M.D. (2012a). Internet And Gaming Addiction: A Systematic Literature Review Of Neuroimaging Studies. Brain Sci 2:347–374.

Mustafaoğlu, R., ve Yasacı, Z. (2018). Dijital Oyun Oynamanın Çocukların Ruhsal Ve Fiziksel Sağlığı Üzerine Olumsuz Etkileri. Bağımlılık Dergisi, 19(3), 51-58.

Mustafaoğlu, R., Zirek, E., Yasacı, Z., & Özdinçler, A. R. (2018). Dijital teknoloji kullanımının çocukların gelişimi ve sağlığı üzerine olumsuz etkileri. Addicta: The Turkish Journal on Addictions, 5(2), 1-21.

Taylan, H , Kara, H , Durğun, A . (2017). Ortaokul ve Lise Öğrencilerinin Bilgisayar Oyunu Oynama Alışkanlıkları ve Oyun Tercihleri Üzerine Bir Araştırma. PESA Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi , 3 (1) , 78-87 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/pesausad/issue/36303/410194.

Türkiye İstatistik Kurumu (2015). Hanehalkı bilişim teknolojileri kullanım araştırması, 2015.

Durakta Bekleyenler

“Emekli olayım her şeyi bırakıp gideceğim buralardan, hayatımı yaşayacağım.” “Tam yaşayacağı zaman hasta oldu.” “Emekli de olmuştu, artık hayatını yaşayacaktı, erken gitti bu dünyadan.”

Bu cümleler birçoğumuz için oldukça tanıdık olmalı. Tanıdık ama ne kadar gerçekçi diye üzerinde düşünülmesi gereken ifadeler olduğunu bilmekte fayda var. Yaşarken yaşanır hayat, tam yaşayacağı zaman diye bir düşünce ya da durum olmamalı. Yaşarken güzelleştirmeli hayatı, yaşarken keyif almalı hayattan ve gerçekten yaşamalı.

Çalışırken günleriniz daha pazartesiden hafta sonunun hayaliyle mi geçiyor? Sabah işe geldiğinizde öğle tatiline ne kadar kaldığı, öğleden sonra da mesai bitimine kaç saat kaldığı konusu gündeminizde önemli bir yerde mi? “Öğlen olsa da çıksak, akşam olsa da gitsek” dilekleriyle geçen günler, haftalar, aylar, yıllar ve bir ömür belki de. Kariyerinin başında tüm haftayı hafta sonunu beklerken tüketenler gibi zaman ilerledikçe kendinizi emekliliğin yolunu gözlerken bulsanız ne hissederdiniz? İstediği hayatı yaşayamamış ve bunu fark ettiğinde de artık çok geç olduğunu anlayan kişi hangi duygu içinde olursa siz de kendinizi büyük ihtimalle o duygu ile baş başa buluverirsiniz. Tabi sözünü ettiğim bu durum zaten hedefi böyle bir son olanlar için sorun olan bir konu değil.

Günümüzün en az üçte birinin işte geçtiğini düşünürsek ömrümüzün işte tükendiğini söylemek abartı olmamalı. Hal böyle olunca da; yapmak istemediğimiz bir işi sürdürmek, tüm vaktimizi ve enerjimizi bu iş için harcamak, istemediğimiz bir hayatı yaşamak ile sonuçlanıyor. Çoğumuz yaşamışızdır ya da yaşarız şöyle bir durumu. 1 saattir durakta otobüs bekledikten sonra, “O kadar bekledim, belki şimdi gelir biraz daha bekleyeyim” diyerek önümüzden geçen minibüs ve taksilere binmeye bazen cesaret edemeyiz. Kaybedeceklerimiz gelir hemen aklımıza, kazanacaklarımızdan önce. Oysaki otobüsün ne zaman geleceği ile ilgili kesin bir fikrimiz yoktur ve minibüs ya da taksiyi tercih ettiğimizde hedefe şu an bulunduğumuz yerden daha yakın olacağımız da kesindir. Dahası, otobüse daha önce bindiğimizden biliriz de otobüsü sevmediğimizi ve otobüsle yolculuk yapmak da istemeyiz aslında.

“O kadar okudum, yüksek lisans yaptım, işimde de belirli bir seviyeye geldim, bu saatten sonra iş mi değiştireyim” düşüncesiyle sevmediğimiz ve yapmak istemediğimiz bir mesleği ya da işi sürdürerek istemediğimiz bir hayatı yaşamaya mahkum oluyoruz. Kim mahkum etti bizi, neler sürükledi bizi bu hayata…Herkesin bir nedeni var; nedenlerimiz aynı, benzer ya da farklı. Şu ana kadar olanlar oldu, bundan sonrasının nasıl geçeceği konusunda sorumluluğumuz oldukça büyük. Meslek sahibi olurken kendi irademizle bir seçim yapmış ya da yapmamış olsak da, sevmediğimiz şeyleri hayatımızdan çıkarma kararını verecek olan sadece kendimiziz. Değişim için, dönüşüm (ya da dönüşün) için ancak bu sorumluluğu alırsan farklı bir sonuçla karşılaşacaksın. Nossrat Peseschkian’ın dediği gibi “Daha önce hiç sahip olmadığın bir şeye sahip olmak istiyorsan, daha önce hiç yapmadığın bir şey yapmalısın.”

Kimsenin sana istemediğin bir hayatı zorla yaşatamayacağını unutma. Bulunduğun yerden başka yere gitmeye ihtiyacın ve niyetin varsa senin için sorumluluk alma ve harekete geçme zamanı. Önünden geçen fırsatları ve alternatifleri değerlendirme yolunu seçmek, hayatının geri kalanını kurtarmanda sana yardımcı olacaktır. Bulunduğun yerden geçen bir taksi yoksa, o taksiyi çağırmak da sana düşüyor elbette.

Başarılı yolculuklar dilerim.

Uzm. Psk. Şahika Akkuş Sert

Çocuklara Sınır Koymanın İncelikleri

“Ben çocuğumu hiçbir şeyde kısıtlamıyorum, canı ne isterse yapsın. Özgür büyüteceğim çocuğumu, biz birçok şeyden mahrum büyüdük, çocuğuma yaşatmayacağım aynısını…” cümleleri uzar gider. Bu cümlelere, söyleyen kişinin olumlu bir havada ve gülümseyerek “evimizin hükümdarı, vallahi bu çocuk bizi parmağında oynatıyor” söylemleri de eklenebiliyor çoğu zaman.

Çocukları için en iyisini düşünen bazı ebeveynlerin, çocuklarına iyilik yapmak niyetiyle ya da “çocuğum beni sevmezse, psikolojisi olumsuz etkilenirse, aramız bozulursa” gibi endişelerle çocuklarına sınır koyma konusunda pek gönüllü olmadığı söylenebilir. Bu noktada öncelikli olarak vurgulamak istediğim, sınır koymanın bir cezalandırma yöntemi olmadığı ve sınır koyarken çocuğumuza olan sevgimizi kısıtlamadığımız, sadece çocuğun davranışlarının sınırlandığıdır.

Bebek dünyaya geldiğinde bir bilinmezin tam ortasına doğuyor ve doğal olarak etrafındaki her uyaran onun için tehlike, tehdit ve kaygı unsuru oluşturuyor. Neyin doğru ya da yanlş olduğunu bilmemesiyle, yapılması ya da yapılmaması gerekenlerin belirsizliği arasında sıkışıp kalan küçük bir çocuğun “bana sınırlarımı gösterin, kayboluyorum, korkuyorum!” seslerini duymayan ebeveynlerin farkında olmadan çocuklarına kötülük ettiğini söylemek yerinde olur sanırım. Tek istediği birisinin ya da birilerinin ona yol göstermesi, liderlik etmesi. Bu süreçte çocuğun zorlayıcı davranışları doğal olarak kendini gösteriyor çünkü çocuk kendi sınırını keşfederken karşıdakinin yani sınır koyanın sınırlarını da test ediyor. Tek istediği ne kadar ileri gidebileceği, ne kadar zorlayabileceği ile ilgili bilgi almaya çalışmak. Görmek istediği şey ise kendinden emin, pes etmeyen, güçlü bir kural koyucu. Karşıdan “ben güçlüyüm, bana güvenebilirsin” mesajı geldiğinde, işte o zaman kendini güvende hissediyor. Sınırların anlamı da o değil mi zaten, çocuğa “güvendesin, değerllisin, korunuyorsun” mesajlarını vermek.

Anne baba olarak görevimiz çocuklarımızı büyütmek, yetiştirmek, geliştirmek, eğitmek, onlara bir şeyler öğretmek, fizyolojik ihtiyaçlarının yanında sosyal, duygusal, psikolojik ihtiyaçlarına karşılık vermek. Dünyayı kendi kendilerine keşfetmeleri çok zor olduğu kadar tehlikeli de. Kendi başlarına doğru karar veremedikleri gibi kendilerine sınır da koyamazlar. Bu ihtiyacı karşılama görevi de ebeveynlere düşüyor elbette. Çocuklara sınır koymayarak, onlara kuralları öğretmeyerek onları nasıl büyük bir yükün altına soktuğumuzu fark edebiliyor muyuz?

Evin dışında da bir hayat var ve evde bir anlamda dışarıdaki hayatın provası yapılıyor. Sınırlarını bilmek çocuğun dışarıdaki hayatta yer alan kurallara uyum sağlaması açısından büyük kolaylık.

Sınırlar çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak için var ve olmalı da. Sınırları belirlerken seçici davranmak önemli. Her şeyi sınırlamak, çocuğu kurallara boğmak yapılan yanlışların başında geliyor ne yazık ki. Yapılması gereken, tehlikeli şeyleri ortamdan uzaklaştırıp mümkün olduğunca çocuk için güvenli bir yaşam alanı sağlamak. Çocuğun davranışlarını kısıtlamadan ve çocuğa ‘hayır’ demeden önce davranışın çocuğun kendine ve etrafına zarar veren bir davranış olup olmadığı ile ilgili durup düşünmek faydalı olabilir.

Sınır koymaya niyetli olan ebeveynlerin karşılaştığı belirsizliklerden biri de sınırların çocuğa nasıl anlatılması gerektiği ve bu süreçte dikkat edilmesi gereken önemli noktalar konusunda oluyor.  Özellikle geniş ailede büyüyen çocuklara sınır koyma konusu daha da zorlaşan bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Sınırları belirledikten sonra bu sınırların uygulanması konusunda ailedeki her bireyin aynı tutumu sergilemesi belki de en önemli noktalardan bir tanesi. Bir aile üyesinden onay almayan çocuk başka bir aile üyesinden onay alacağından zaten çoktan eminse, sınırlar maalesef işlevselliğini yitirmiş duruma geçiyor. Bu konuda tüm aile bireylerinin “çocuğun iyiliği için” ortak bir tutum göstermesi son derece önemli.

Kuralların tutarlı olması diğer hassas konulardan bir tanesi. Bir kural normal şartlar altında her zaman geçerli olmalı. Burada önemli olan nokta, kuralların çocuğun yaşına ve gelişim özelliklerine uygun olmasının gerekliliği. Kurallar gerektiğinde esnetilebilmeli, yeni kural eklenebilmeli ya da kurallar ortadan kaldırılabilmeli. Bunları yaparken çocuğun ve ortamın özellikleri dikkate alınmalı, yine ailedeki her üyenin bilgisi dahilinde yapılmalı. Bir kuralın neden o anda uygulanmadığı da çocuğun anlayabileceği mantıklı bir şekilde çocuğa açıklanmalı.

Kural koyarken o kuralın neden varolduğu çocuğa açıklanmalı. “Olmaz diyorsam olmaz, vardır bir nedeni” demek çocuklar için ikna edici olmaktan çok kurala uymama konusunda onları motive eden bir yaklaşım olmaktadır.

Çocuklar model alarak öğrenirler ve kurallara uyma konusunda da ebeveynlerin çocuklara doğru bir rol model olmaları gerekmektedir. Yatmadan önce dişlerin fırçalanması gerektiği ile ilgili bir kurala çocuğun uymasını kolaylaştıran şey ailedeki diğer bireylerin çocukla birlikte dişlerini fırçalaması olabilir.

Etkili ve doğru bir iletişimle çocuğa sunulan kuralların verdiği mesaj daha etkili olacaktır. Mesajların net olmasının yanında; söylediğimiz sözlerin, mimiklerimizin, vücut duruşumuzun ve ses tonumuzun birbirini destekler nitelikte olması çok önemli.

Çocukların kurallara uymasını kolaylaştıran diğer bir konu da, çocuk uygun davranışlar sergilediğinde onu sözel ifadelerle övmek, mimiklerimizle memnuniyetimizi ve onayladığımızı çocuğa belirtmektir. İstendik davranışları pekiştirerek bu davranışların yapılma olasılığını ve sıklığını arttırmış oluruz.

Çocuğa alternatif sunmak, sınırları zorlama konusunda çocuğun fazla diretmemesi açısından oldukça faydalı bir yoldur. “Burada oynayamazsın ama bak burada istediğin kadar oynayabilirsin” Şu anda hasta olduğun için dondurma yiyemezsin ancak sana en sevdiğin pastadan alabilirim” cümleleri bu duruma örnek olabilir.

“Her çocuğa sınır olmaz, bizim çocuk farklı, ona kural işlemez” şeklinde düşünen ebeveynler için “her çocuğa aynı kurallar olmaz, çocuğa uygun kurallar olur” şeklindeki düşüncemi söylemek isterim. Sınırları bir resim ya da fotoğraf çerçevesine benzetecek olursak; çerçeve fotoğrafı koruyan, onu ayakta tutan, fotoğrafa bir duruş kazandıran önemli bir ayrıntıdır. Ebeveyn olarak bizim görevimiz, fotoğrafa uygun çerçeve bulmak.

Uzm. Psk. Şahika Akkuş Sert

Evliliğin Ömrü

Evliliğin ömrünün ne kadar olduğu tartışması, tüm evliliklere ortak bir ömür biçme çabasıdır aynı zamanda. Oysaki; her evlilik kendi dinamiklerine, kendi özelliklerine göre hayatta kalış süresini kendi belirler. Sistem yaklaşımına göre evlilik bir sistemdir ve farklı dönemlerden geçer. Evliliğin ilk 1,3,5,7,10… yılının kritik yıllar olduğundan öte, her evliliğin geçirdiği evrelerin evliliğin kaçıncı yıllarına denk geldiğidir asıl mesele. Bir evlilik sistemi içinde yer alan evreler en temelde; evliliğin yeni kurulduğu zaman, ilk çocuğun doğumu, ikinci ve diğer çocukların doğumu, çocukların ergenliğe girdiği dönem, çocukların evden ayrıldığı dönem, çocukların evlendiği dönem şeklinde devam eder. Bunun anlamı da şudur; evliliğin içinde farklı dönemler vardır ve her dönemin özellikleri birbirinden çok farklıdır. Eğer bu dönemler birbirinden farklı olarak değerlendirilmezse ve her dönem birbiriyle kıyaslanırsa “evliliğin ilk yılları çok farklıydı” “çocuktan önce her şey çok daha güzeldi” şeklinde söylemler doğal olarak sistem içinde kendine yer bulacak ve eşleri mutsuzluğa ve umutsuzluğa sürükleyecektir. Her evre kendi özelliklerine göre yaşanmalı ve beklentiler her evreye uygun bir şekilde güncellenmelidir. Nitekim ilk çocuğun doğumundan sonraki yılların evliliğin ilk yıllarından ya da çocuksuz olunan yıllardan farklı özelliklerde olması en doğal süreçlerden biridir. Evliliğin her evresinde ihtiyaçlar, istekler, evin sorumlulukları, ev içi düzen, maddi konular, roller farklılaşacağı için tüm bu alanlarda aile sistemi kendi içinde ihtiyacı olan güncellemeyi yapmak durumundadır. Evlilikte sorunlar genelde evre geçişlerinde olur, bu da sistemin yeni duruma uyum sağlaması sürecinin doğal bir sonucudur. Umut vaat eden nokta, yeni dönem dengeyi bulunca sorunlar da bitmiş olacaktır.

Evliliğin ömrünü belirleyen konuların en önemlileri arasında eşlerin birbirlerini farklı iki kişi olarak kabul etmemeleri ve sahip oldukları farklı özelliklerini sürekli sorun olarak görmeleri yer alır. “Eşimle biz çok farklıyız” cümlesi eğer ki bir evlilikte sorun olarak görülüyorsa, o evlilikte sorun hep var olacaktır demektir. Çünkü evliliğin doğası zaten iki farklı kişinin aynı sistem içinde yer almasını gerektiriyor. Eşlerin her şeyden önce, “biz bu sistem içinde; farklı düşünen, farklı hisseden, farklı ihtiyaçları olan, farklı inançları olan, farklı alışkanlıkları olan, farklı zevkleri olan, farklı ilgi alanları olan iki farklı kişiyiz” diyebilmeleri gerekir. Bu kabul yapılmadığında eşler birbirini değiştirme çabası içine giriyor; kendisi gibi davranmayan, düşünmeyen eşinin yanlış davrandığını veya yanlış düşündüğünü savunuyor ve bundan oldukça rahatsızlık duyuyor. Değiştirilmek istenen eş de doğal olarak direnç gösteriyor, sistem içinde kendini var edebilmek için diş gösteriyor ve eşlerin güç mücadelesi başlıyor. Farklılıkların kabul edilmemesinin üstüne bir de sağlıklı tartışma kültürünün olmayışı eklenince en küçük sorunlar yorgan yaktırma noktasına gelebiliyor.

Bir sorunu, bir çatışmayı çözebilmek için “sen nasıl öyle düşünürsün!” demeden, eşler birbirinin doğrusunu çürütme çabasına girmeden “bu evde iki farklı doğru var, şimdi ne yapacağız?” diyebilmek gerekiyor. Bu noktadan sonra bir çatışmayı çözmek sanıldığı kadar da zor değil. Asıl mesele silahları bırakıp güç savaşını bitirebilmek.

Farklılıkların kabul edilmesiyle, ilişkinin sağlığı adına atılan bu büyük adımdan sonra hayata geçirilecek bir diğer konu da eşlerin birbirlerinin bireysel sınırlarına müdahale etmemesi, birbirlerine nefes alabilecekleri alanlar bırakması. “Evlendikten sonra her şeyi eşimle beraber yapıyoruz, her vakti birlikte geçiriyoruz” romantik bir söylem gibi gelebilir ancak özünde önemli bir problemi içinde barındırır. Bireylerin kendi özel ilgi alanlarına vakit ayırması, tek başlarına yaptıklarında onları mutlu eden aktiviteleri hayata geçirmesi önemlidir ve bu konuda eşler birbirine destek olmalıdır. Eşler hem bireysel olarak tek başına vakit geçirmeli, hem karı koca olarak birlikte vakit geçirmeli hem de varsa çocuklarla birlikte hep beraber vakit geçirmelidir. Evlilik sistemi ihtiyacı olan enerjinin büyük bir kısmını buralardan alır. Sağlıklı ve kaliteli bir evlilik için sağlam bir ‘biz’ oluşturmak çok önemlidir. ‘Biz’ için ihtiyaç duyulanlar ‘ben’ ve ‘sen’ dir. Çiftler ‘biz’ oluştururken ‘ben’ ve ‘sen’ i yok etmeye çalışmadan, onları koruyarak bunu gerçekleştirebilirler.

 

Evlilik içinde en sık rastlanan cümlelerden biri de “Ben söyledikten sonra ne anlamı var, ben dedim diye değil, içinden gelerek yap” cümlesidir. Bu cümle, eşlerin birbirlerinin hoşlandıkları şeylerle ya da birbirlerinin beklentileri, istekleri ile ilgili bilgileri konuşmadan anlayabilecekleri varsayımını içeriyor. Eşlerden biri diğerine hangi yemeği sevdiğini söylemezse diğer eş bunu anlayamayacak ve dolayısıyla belki de o yemek o evde hiç pişmeyecek. Çiftler birbirlerinin hoşlandıkları ve onları mutlu eden şeyleri bilmeli, öğrenmek için çaba sarf etmeli ve kendisinin hoşuna gitmese bile sırf eşi mutlu etmek için bir şeyler yapmalıdır. Kişiler kendileri ile ilgili bu konuları da konuşmayınca aralarındaki paylaşımlar azalıyor ve konuşacak bir şey bulamama noktasına geliniyor. Siz dediniz, istediniz diye eşiniz sizi mutlu etmek için bir şey yaptı, bundan daha güzel ne olabilir ki…

Bir diğer konu da çiftler evliliklerine dair ‘sıfır tartışma’ beklentisi içinde oluyor zaman zaman. Şu bir gerçek ki, sağlıklı aile sorunları olan ve bunları çözebilen ailedir. Tartışmama beklentisi içinde olan bir ailede de yaşanan tartışmaların varlığı sorgulanıyor, “biz neden tartışıyoruz” şeklinde bir yaklaşım içine giriliyor. Sağlıksız tartışmaların üstüne bir de barışma süreci olması gerektiği gibi yaşanmıyor. Barıştıktan sonra tartışılan konunun bir daha gündeme gelmemesi (“barıştık artık hadi bu konuyu kapatalım”) ya da sorun çözülene kadar barışmaya teşebbüs edilmemesi (“sorun çözülmedi ki niye barışayım”) barışmanın amacına uygun yaşanmadığını gösteriyor. Barışmanın amacı eşlerin sorunları çözebilmesi için bir araya gelmesidir, sorunları halının altına süpürmek değil. Bu konuda da kişisel savaşı bırakıp ilişkinin iyiliği adına hamleler yapılmalıdır. “Sen bana bir adım atsan ben sana koşarım” anlayışı ile ilk adımı karşıdan bekleyen iki kişi de ilk adımı atmayınca, eşlerin koşmak için kullanacakları enerji içlerinde patlıyor ne yazık ki. İlk adımı atma konusunda herkes bireysel sorumluluğunu alıp harekete geçse ilişki adına çok yapıcı bir davranış yapılmış olacak. Evliliklerde kişiler kazanmaz ya da kaybetmez, ilişki kazanır ya da ilişki kaybeder. İlk o barışsın, ilk o özür dilersin, ilk o gelsin…diye düşünmek ilişkinin kaybetmesine katkıda bulunur ancak, sizi kahraman yapmaz.https://www.traditionrolex.com/44

Kaliteli bir evlilik için kaliteli iletişim kurmayı da öğrenmek gerekiyor. Öğrenmek diyorum çünkü iletişim bir beceridir ve her beceri gibi sonradan öğrenilebilir. Birçok çift iletişimi sadece ‘söylemek’ olarak düşündüğünden kaliteli iletişime dair birçok nokta da gözden kaçırılmış oluyor. ‘Söyledim ya’ değil mesele, karşılıklı anlaşmak (aynı fikirde olmaktan söz etmiyorum, aynı şeyin anlaşıldığından emin olmak asıl nokta) ve kişilerin kendilerinin anlaşıldığını hissetmesi iletişimin asıl amacıdır. Bunun için de kaliteli iletişimin tekniklerini bilmek ve uygulamak gerekir. Evlilik terapisi seanslarında iletişimi öğrenen birçok çift “Biz şimdiye kadar doğru düzgün iletişim kurmuyormuşuz meğer” diye söylerler. Şimdiye kadar kaliteli iletişimin yollarını bilmiyor olmanız bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiniz anlamına gelmemeli.

Özetle evlilik; kuralları olan, yeni beceriler gerektiren yeni bir sistemdir. Kişiler evlendiğinde bu kuralları baştan kabul etmiş demektir. Kurallarına uygun yaşanan bir evliliğin kaliteli bir şekilde uzun süre devam etme olasılığı yüksektir. Kendi haline bırakılan hiçbir sistem sonsuza kadar kendini var edemeyeceğinden, evlilik sisteminin devamlılığı için çiftler çaba göstermek durumundadır. Unutulmamalıdır ki, evlilikler olumsuz olaylar yüzünden bitmez, olumsuz olaylar her evlilikte olur. Evliliği bitiren şey, olumlu olayların az olmasıdır. Bu nedenle evlilik sistemi içine olumlulukları çaba ve emek eşliğinde dahil etmek evliliğin ömrü açısından hayati bir öneme sahiptir. Evliliğinizin ömrüne ömür katmanız dileğimle…

Güçlüyü Güçlendirmek

Kimseden yardım almadan yemek yemeyi başaran çocuk, bu davranışıyla ailesine mutluluk yaşatmanın yanında başarı duygusunun keyfini de sürmeye başlar. Bu taze özgüvenin varoluşu ne yazık ki bazen tehlikeye girer, çünkü ailesi çocuğun yemek yerken sol elini kullandığını fark etmiştir ve bu durumun “çocuğum büyük ihtimalle solak olacak” boyutunda bir farkındalık olarak kalmasına izin vermez. Bundan sonraki süreç ailenin çocuğa sağ elini kullanması için baskı yapması şeklinde devam edecektir. Çocuk, sol elini kullanarak gayet güzel bir şekilde karnını doyururken; sağ elini kullanmaya çalışmasıyla yemeğin etrafa dökülmesi, karnının doymaması, başarısızlık duygusu ve bıkkınlık gibi sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Ailesinden duyduğu azar da cabası.

Hayatta enerjimizi ve zamanımızı hep zayıf yönlerimizi güçlendirmek için harcadık, büyük oranda harcamaya da devam ediyoruz. Zayıf derslerimiz için özel dersler alırken iyi olduğumuz ders ile ilgili kendimize yatırım yapmak aklımıza gelmedi. Bizim aklımıza gelse bile ailemize bunu anlatamadık. Öyle ya; matematiği zayıf olan bir öğrencinin ya da fen bilgisi dersinde sınıfın gözdesi olmayan bir çocuğun neyineydi sporla uğraşmak, müzik aleti çalmak ya da şiir yazmak! “Sen önce sınıfın en iyisi ol bakalım, sonra vaktin kalırsa oynarsın topunu, çalarsın sazını.”

Okul hayatı geçti gitti ama düzen değişmedi. İş hayatındaki durum da çok tanıdıktı bize. İyi yaptığımız işler fark edilsin diye çok bekledik, istedik ki zaten sıkıcı olan iş hayatında az da olsa mutlu olalım. Derdimiz müdürün gözüne falan da girmek değildi hani, zaten çok da sivrilmemek lazımdı, sevilmezdik sonra iş arkadaşlarımız tarafından. Çocukken duyamadığımız ‘aferin!’i arıyordu hala içimizdeki çocuk belki de. Olmadı yine. İş performansımız değerlendirildiğinde düşük puan aldığımız yetkinlikler yüzümüze vurulurken gerçekten iyi olduğumuz yetkinlikler için yeteri takdiri göremedik.

Özetle, zayıf yönlerimizi çok iyi seviyeye getirmek için çalışırken güçlü yönlerimizi kaçırdık hep.

Bu yazdıklarımızdan sonra “Peki, zayıf yönlerimizi geliştirmeyecek miyiz?” sorusu aklınızdan geçmiş olabilir. Zayıf yönlerimizi elbette geliştireceğiz fakat tüm enerjimizi harcayarak değil. Zayıf yönlerimizin ilk etapta bizi idare edecek seviyeye gelmesi yeterlidir. Matematikte sınıfın en iyisi, fen bilgisinde okulun dahi çocuğu, iş yerinde süper beyaz yakalı olmayı hedeflemeden yapmalı bunu. Güçlü yönlerimizden elde edeceğimiz özgüven ve başarı duygusu ile zayıf olduğumuz konularda zamanla daha iyi olduğumuzu görmemiz zaten mümkün olacak. Yıllardır kaçırdığımız konu belki de bu. Herhangi bir konu ile ilgili ‘yapabiliyorum, başarabilirim’ düşüncesi içinde olduğumuzda bunu gündemimizde olan diğer alanlara da transfer etmemiz kolay olacaktır. “ Bak bunu yapabildin, o halde biraz çaba gösterirsen bunu da yapabilirsin” diyerek yüreklendirmek gerekir çocukları, kendimizi.

Herkesin her konuda eşit derecede başarılı olması, her işi herkesin aynı şekilde yapıyor olması hepimizi sıradanlaştıran bir durum halini almaz mı zaten. Bizi diğer insanlardan farklı kılan özelliklerimizin ve yetkinliklerimizin keşfine çıkmalıyız. “Benim diğerlerine göre daha iyi olduğum konular neler” diye sormalıyız kendimize. Sadece zayıf yönlere odaklanmak bizi ortalama bir birey yaparken başarılı olmanın anahtarı güçlü yönlerimizi daha da güçlendirmekten geçmektedir. Sol ayağı ile yaptığı başarılı vuruşlarla ünlü olan futbolcular zamanlarını sağ ayağını güçlendirmek için harcasaydı büyük ihtimalle şu an isimlerini bile bilmeyecektik.

Belirli bir alanda başarılarıyla ün yapmış isimlerin hayatına baktığımızda çok sayıda buna benzer örnekle karşılaşsak da kendi hayatımızda bu durumu kabullenmek çok karşılaşılan bir durum değil.

İnsanın her alanda başarılı olamayacağı gerçeğini kabul etmek başarıyı ve mutluluğu getirecektir diye düşünüyorum. Her konuyla ilgilenmeyi sevmek zorunda olmadığımız gibi her konuda başarılı olmak zorunda da değiliz. Yapmamız gereken, bizim hayatta kalmamızda bilmemizin faydalı olduğu konuları belirli bir düzeye getirirken güçlü olduğumuz ve yapmaktan keyif aldığımız alanlarda kendimizi daha da geliştirmek. Denemeye değmez mi?

Karı Kocalığa Anne Babalığın Eklenmesi

Sonunda beklediğiniz o güzel haberi aldınız; anne-baba oluyorsunuz…Bebeğinizin doğumuna kadar geçecek olan sürede çocuğunuzun sağlıklı olmasına ilişkin olumlu beklentilerinizin yanında; adının ne olacağı, odasının nasıl ve nerede olacağı, kapı süsü, bebek şekeri, fotoğrafçı gibi konular doğuma kadar sizi muhtemelen meşgul edecek konular. İyi ihtimalle, bunlara ek olarak uykusuz geceler, gaz problemi olan bir bebek, sosyal yaşamın kısıtlanma durumu, fiziksel yorgunluk, maddi zorluklar gibi yaşamınızda karşılacağınız zorluklar da eşinizle birlikte gündeminize aldığınız ve üzerinde konuştuğunuz diğer konular olacaktır.

Eşlerin bu beklentileri oluştururken üzerinde durmadıkları, gündeme getirmedikleri önemli bir konu da karı koca olarak ilişkilerinin güncellenmesi ve beklentilerinin bu yönde yeniden oluşturulması gerektiği gerçeğidir.

Çocuğun doğumuyla birlikte aile sisteminin içinde bulunduğu evre değişmekte ve sistem “yeni evli çift” ya da “çocuksuz aile” evresinden “çocuklu aile” evresine dramatik bir geçiş yapmaktadır. Bu evrelerin her biri geçici olmakla birlikte asıl problemlerin ve zorlukların evre geçişlerinde yaşandığını söylemek gerekir. Aileye yeni bir üyenin katılmasıyla eşlerin kendini “çocuğu olan bir ben” ve “çocuğu olan bir karı-koca” olarak yeniden tanımlaması gerekmektedir. Bu güncellemeleri yapmak beklentilerinizi de şekillendireceğinden yeni evreye ve duruma uyum sağlamanızda şüphesiz kolaylık sağlayacaktır. Yeni evrede çocukları da sisteme dahil ederek evlilik sistemini yeniden düzenlemek, çocuk yetiştirmek ile ilgili yeni roller edinmek ve bu rollere uygun davranışlar sergilemek, ekonomik konularda ve ev işlerine katılım konusunda yeni düzenlemeler yapmak için karı koca olarak kolları sıvamak gerekiyor. Bunlarla birlikte, sisteme ebeveyn rollerinin yanında dede, anneanne, babaanne hatta teyze, dayı, amca, hala, kuzen rollerini de dahil etmek üzere geniş aile olan ilişkileri yeniden düzenlemenin gerekliliği oldukça fazla. Eşinizin ebeveyn olma sürecine şahit olmak sizi mutlu eden bir durum olabiliyor iken eşinizin geniş ailesinin ve kendi geniş ailenizin üyelerinin yeni roller almasını izlemek zaman zaman yorucu olabilir. Bu noktada çekirdek aile sınırlarını yeniden yapılandırmak, gerekli durumlarda esnetebilmek ve bu esnemeyi sorun etmemek bir çıkış yolu olabilir.

Bu kritik güncellemeler ve yeniden yapılandırmalar yapılmadığında eşlerin çocuktan önceki ilişkilerini hiç değişikliğe uğratmadan devam ettirme isteği hüsranla sonuçlanıyor. Kaçınılmaz olarak problemler ortaya çıkıyor ve eşler memnuniyetsizlik ve mutsuzlukla karşı karşıya kalıyor. Çocuksuz çiftlerin evlilik doyumunun çocuklu çiftlere göre iki kat daha fazla olması bu bağlamda çok da şaşırtıcı bir sonuç olmasa gerek. Genel yaşam doyumunun önemli belirleyicilerinden birinin de eş ile olan ilişki doyumu olduğu düşünülürse, çocuktan sonra hayatla ilgili genel memnuniyetinizde bir azalma olması beklendik bir durum olabilmektedir.

Özellikle problemli evliliklerde çocuğun ilişkinin bir kurtarıcısı gibi görülmesi ve çocuktan sonra ilişkinin düzeleceği düşüncesi en yaygın yanlışlardan biridir. Bu fanteziyi bir kenara bırakıp, çocuk sahibi olmaya karar vermeden önce sağlıklı bir karı koca ilişkisini oturtmak yapılacak en doğru davranış olacaktır. Karı-koca olarak ikili alt sistemi tam olarak oluşturmadan anne-baba-çocuk olarak üçlü alt sistemi oluşturmaya ve oturtmaya çalışmak imkansızdır. Karı-koca ilişkinizin kalitesinin anne-baba olarak ilişkinizin kalitesini doğrudan etkilediğini ve bu iki ilişkinin kalitesinin de çocuğunuzun her alandaki gelişimini doğrudan etkilediğini hatırlamakta fayda var.

Bebeğinizin doğumundan sonra ilişkinizde yaşanabilecek değişimler, sistemle ilgili yapmanız gereken düzenlemeler hakkında bilgi sahibi olmanız doğumdan sonra yaşanacak problemlerin nedenleri konusunda kendinize, eşinize ve ilişkinize atıflar yaparken acımasız olmamanızı sağlayacaktır.