Çocuklar Duymasın (Mı?)

Ebeveynlerin her “kötü” duygu, durum, olaydan çocuklarını koruma istekleri gibi zaman zaman çocuklarını “kendilerinden” koruma istekleri oluyor. Özellikle kritik yaşam olaylarında örneğin, iş stresi, boşanma, ailede bulunan bir hastalık, kazalar, ölümler, ayrılık gibi zorluklar deneyimlenirken. Bir anne şöyle diyor:

“Eşimle çocuğum olmadan o kadar çok şiddetli kavga ederdik ki çoğunda ne söylediğimi bile hatırlamazdım. Ona çok öfkelenirdim. Çocuğum okuldan geldiğinde hiçbir şey anlamasın diye yatak odasına gidip yastığı ısırarak ağlardım. Sakinleşince çocuğumla oyunlar oynar, mutlu olması için elimden geleni yapardım.”

Bu satırları okuduğunuzda birçok yönden destekleyebilirsiniz. Ne kadar fedakâr bir ebeveyn olduğunu, çocuğunu mutlu ettiğini düşünebilirsiniz. Yaşamınızdaki tüm stresleri çocuklardan “saklayabileceğinize” inanabilirsiniz. Gerçekte ise durum biraz karışıktır.

Öncelikle duygular bulaşıcıdır. Üstelik duyguları sadece davranışlarımızda yaşamayız. Örneğin, sadece ağladığımızda üzgün olduğumuz anlamına gelmez. Bazen uzun uzun uzaklara dalarız, belki ellerimiz uyuşur, belki aklımız karışık, bedenimiz donmuştur. Belki daha önceden bizi öfkelendirmeyen durumlarda ses tonumuz yükselmeye başlar. Belki bu duygudan kurtulmak için saatlerce bir yakınımızla telefon görüşmesi yaparız. Her şeyden önemlisi ise oyun oynarken “o anda” olmayız. Aklımız ya geçmişte ya gelecekte olur. Tüm bunları bedenimizle karşıya iletiriz. Çünkü yardım gereklidir. Beyin, beden, duygular, düşünceler “Yardım!” diye seslenir.

O halde bir ebeveyn tüm bunları deneyimlerken, çocuk bunları gerçekte “duymaz” mı?

Şöyle düşünelim;

Daha önce hiçbir bilginizin olmadığı bir yerli kabileye kalıcı olarak taşındığınızı düşünün. Oraya gittiniz, size sıcak çorba verdiler. Yumuşacık yatak ayarladılar. Dillerini bilmediğiniz için herhangi bir ihtiyacınızda bir alarm veren bir düğmeye basıyorsunuz ve onlar da neye ihtiyacınızın olduğunu deneye yanıla bulmaya çalışıyorlar. Eğer bulamazlarsa öfkelenip daha da düğmeye basıyorsunuz. Onlar da sizi mutlu etmek için türlü türlü şeyler yapıyorlar. Sizinle keyifli vakit geçiriyorlar. Gerçekten size değer verdiklerini biliyorsunuz, rahatlıyorsunuz ve rutine dönüyorsunuz. Günler böyle geçerken, kabile üyelerinde farklılıklar görüyorsunuz. Birbirleriyle neredeyse hiç konuşmuyorlar. Konuştuklarında da çok kısa ve sert bir ses tonu var. “Acaba bu yeni bir iletişim şekli mi?” “Geçici bir şey mi?” diye düşünüyorsunuz.

Sonra kabile üyelerinden biri artık sizinle eskisi kadar ilgilenmemeye, birlikte geçirdiğiniz vakitlerde keyif almamaya başlıyor. “Acaba bir şey mi yaptım?”, “Düğmeye fazla mı bastım, yoksa az mı bastım?” diye düşünüyorsunuz. Bu durum hoşunuza gitmiyor ama kafanız karışık. Daha önce düğmeye basmayı öğrendiniz. O zaman düğmeye basıyorsunuz. Belki sessizleşmeyi öğrendiniz. O zaman sessizleşiyorsunuz. Belki de donakalıyorsunuz. Zaman geçirdikçe dillerini çat pat öğrenmişsiniz ama tam hâkim değilsiniz. Sanki bir şeyler dönüyor, belki dünyanın sonu geldi, belki artık onları göremeyeceksiniz. “Peki ya ben ne olacağım?” diye düşünüyorsunuz. Size bakmaları için basıyorsunuz düğmeye. “Heey! Buradayım. Biri bana da baksın!”

Günler bir öyle bir böyle geçiyor. Kafanız iyice karışıyor. Yavaş yavaş kabileye olan güveniniz azalmaya ve bu durum sizi rahatsız etmeye başlıyor. Bir kabile üyesi, her şeyin gayet normal olduğunu, kendisinin çok mutlu olduğunu, her şeyin çok olağan ilerlediğini söylüyor size. Ama gözleri eskisi kadar keyifli değil, sık sık uzaklara dalıyor. Dudakları gülmüyor. Önceden tam olarak size bakan bedeni artık başka tarafa, daha meşgul bir yere doğru dönük. Hatta ses tonu bile eskisi gibi değil. Buna hiç alışık değilsiniz! Neler oluyor? Huzursuzlanıyorsunuz, keyfiniz hatta iştahınız kaçıyor. Sadece düğmeye basmayı biliyorsunuz ve basıyorsunuz düğmeye!

Elbette, biraz dramatik bir anlatım oldu. Ancak, anlatılmak istenen mesaj şu; çocuklara bir şeyler söylemezken de yine bir şeyler anlatırız. Gerek bedenimizle, duygularımızla, davranışlarımızla… Çocukların tüm bunları keşfetmeye dönük çok güçlü alıcıları vardır. Ne yapıp ne yapamayacaklarına dair bizden aldıkları sinyalleri keşfetmeye, öğrenmeye programlı gibidir. O nedenle, bir şeyleri “saklamaya çalışmak” beyhude bir çabadır.

Pekâlâ, buraya kadar her şeyi mükemmel anladık. O halde biz ne yapalım? Bu kısmı ise sık yaşanan üç duruma göre açıklayayım.

-Eşimle kavga ettik, ama ben çocuğuma bu durumu aktarmıyorum. Mutlu olduğumu bir problem olmadığını söylüyorum. Yine de etkilenir mi?

Evet. Bir önceki bölümü lütfen okuyunuz 😊

-Eşimle kavga ettik. Çocuğum yüksek sesli çatışmayı duymadı. Yine de ayrıntılarıyla anlatalım mı?

Hayır. Çocukların bunları bilmeye, bu sorumluluğu paylaşmaya ve bu yükü taşımaya ihtiyaçları yok. Sizdeki değişikliğin ne olduğuna, ne zaman biteceğine dair kısa ve net bir açıklama yeterli. Örneğin, “Bugün biraz üzgünüm. Kendime sıcak bir çikolata yapacağım. Bana iyi gelecektir. Bazen yetişkinler (yaşına göre büyükler de diyebilirsiniz) de üzülebiliyor ve sonra geçiyor, bu durum gayet doğal. Bu, seninle ilgili bir konu değil.”

-Eşimle kavga ettik. Çocuğum odasından sesleri duydu. Ne yapmalıyım?

Öncelikle sakinleşmelisiniz. Eğer bu durumu açıklayabilecek kadar sakin olduğunuza inanmıyorsanız, başka bir zamana ertelemelisiniz. Sakinleştiğinizde yukarıdaki açıklamaya benzer, ancak yanlışları da vurgulayarak açıklama yapabilirsiniz. “Annenle/babanla dün gece bir anlaşmazlık yaşadık. O nedenle ikimiz de üzgünüz. Bazen eşler aralarında anlaşmazlık yaşayabiliyor. Biz birbirimize sesimizi yükselttiğimiz için çok pişman olduk. Bunun tartışmamızı çözmediğini anladık ve bir daha yapmamaya karar verdik (eğer öyleyse). Bu konuyu sakinleştiğimizde tekrar konuşarak çözmeyi planlıyoruz. Bu, seninle ilgili bir konu değil.”

Uzm.Psk.Dan. Doğangün AYYILDIZ